Gün batımı, denizi altın bir örtüyle sararken ufuk çizgisi belirginleşir. Gökyüzünde ağır ağır ilerleyen bulutlar, sanki uçurumların sınırını çizen bir ressamın fırça darbeleri gibidir. Deniz üzerinde yalnız bir yelkenli, rüzgarla dans ederek yol alır. İleride, küçücük bir tekne göze çarpar. İkisi de aynı suların üzerinde, ama birbiriyle asla buluşmayacak kadar uzak.

Herkes birbirine yakın gibi görünüyor, değil mi? Şu iki tekne gibi. Aynı denizde yüzüyorlar, aynı gökyüzüne bakıyorlar. Ama sen onları yan yana zannediyorsun. Oysa aralarında uçurumlar var; görünmez, soğuk ve aşılması imkansız uçurumlar. İnsanla insan arasında her zaman böyle olmuştur bu. Yakınmış gibi yapan ama asla dokunmayan, dokunsa bile hissettirmeyen, o lanet boşluk.
İnsanla insan arasında uçurumları yaratan şey bazen bir bakış olur, bazen bir suskunluk. Ve o bakış, o suskunluk, bir ömre yayılır. Fark etmeden büyür, sonra bir bakarsın ki, bağırıyorsun ama sesini karşı tarafa ulaştıramıyorsun. İşte o an anlarsın... Böyledir hayat... Bazen uçurumun kenarında bile durmaya cesaretin olmaz...
Sonra dönersin kendine. İşte gerçek uçurum orada. Kendi içindeki derinliklerde, kendine bile ulaşamıyorsun. Sorular soruyorsun ama cevaplar bir yerlerde kaybolmuş. “Ben kimim?” diyorsun, ses yankılanıyor ama cevap yok. Yelkenli gibi ilerliyorsun, nereye gittiğini bilmeden, kendinden uzaklaşarak. Kendinden kaçabileceğini mi sandın? Hayır. Kaçamazsın. İnsan, kendinden kaçtıkça uçurum büyür, genişler ve seni içine çeker...
Ama şunu unutma: Kimse seni kurtarmayacak. Kimse o uçurumu senin yerine aşmayacak. Hayat, kendine merhamet etmeyene asla merhamet etmez. Herkes kendi yolunda, kendi savaşında. Dünyanın senin düşüşüne ayıracak bir saniyesi bile yok. Çünkü bu uçurum senin. Ya içine düşe kaybolursun ya da uçurumun kenarında kendi kanatlarını yaratmayı öğrenirsin. İşte gerçek bu...
Ve hayatta kalmanın tek yolu, o uçurumun dibini görmeden uçmayı öğrenmek.