Kiremit kırmızısı bir duvar, mavi zemin üzerine beyaz yazı ile sokak tabelası: Gönül Sokak No: 1. Tüm hikâye burada başladı. Doğduğum evin sokağa bakan tek bir penceresi vardı; o da mutfak penceresiydi. Çiçekli perde adeta pencereyle nikâhlıydı. Önünde yoğurt kovalarında çiçekler... Evin penceresi tek ve küçük diye belki, dünyayı da o mahalleden ibaret ve ufak sandım yıllarca. Dedemin ayakkabıcı tezgâhı benim için bekçi kulübesiydi. Köşe bucak kaçtım her zaman. Duygularımdan kaçmayı o zaman mı öğrenmiştim, yoksa...
Hatırlıyorum, her zaman meraklı bir çocuktum. Hayallerim hep vardı. İlk hayalim, tüp doldurmaya gitmemekti. Aile 2 diye bir market vardı; oraya gittiğimde maaşım olsun isterdim mesela. Saatli mi? Puanlı mı? Yoksa saatli puanlı mı? Hâlâ tam olarak hatırlayamıyorum. O at yarışı bültenini yanlış almamak en büyük hayalimdi belki de. Cemil marketten alınan ekmeğin ucunu yerken hayaller kurardım. Eve geldiğimde hayallerim gibi ekmek de yarım kalırdı. Şimdi hatırlıyorum, ben hep geç kalırdım her şeye, en çok da kendime. Her şeyi bildiğimi sanırdım bir de. O bülten yanlış alınacak, ekmek eve yarım dönecek, dedemi sinirlendirmek için nefes almak bile yeterliydi. Günün sonunda babamdan yenilen uzun fırçalar ve "Adam olmazsın" tiradları... Tatlı niyetine ise annemin şefkatli ellerinden gelen meşhur anne terliği.
Eğri oturup doğru konuşalım; sevgi kolektifti benim doğduğum mahallede. Evet, evimizin tek odası ve sokağa bakan tek penceresi vardı. Sanki tüm mahalle evdi; ev ise bir oda... Deli Bakkiye bile ailedendi. En çok Enver Amca gülümserdi çocuklara; için ısınırdı. Ender Abi yapardı uçurtmaları. Mahalledeki tüm mutfaklarda salçalı ekmek açık büfeydi, bazen de pişi. İşte asıl ziyafet oydu. Leylekler getirirdi kardeşlerimizi. Umut'u nasıl getirdiklerini hiç sorgulamadım da, o beyaz karavan oyuncak arabayı nereden bulup getirdiler hep merak ettim...
Mezarlık yanındaydı bizim mahalle, onun yanı da çocuk parkı. Mezarlığın duvarında yürürdük küçücük ayaklarımız ve aklımızla. Erken öğrendik ölümün de hayatın bir parçası olduğunu. Bu farkındalıkla o duvardan atlayıp salıncaklarda sallandık hiç ölmeyecekmiş gibi. Sonra sonbahar geldi, bu öncekilerden ve sonrakilerden daha bir sonbahardı; 1996 sonbaharı... Gülerken utanıp ağzını kapayan ama gözleri iki kat gülen, ellerindeki kırışıklıkların eşi benzeri olmayan bir kadın... Birini kaybetmenin ne demek olduğunu öğretti ve öncesinde birçok güzel şey: sevgi gibi...
Çatısında anten olan evleri zengin olarak bilirdik mesela. Meyve ağaçları vardı her köşede, her bahçede. Ağaçlara dalmak diye bir akım vardı ve "Ağaca dalan var!" diye bağıran o karaktersiz arkadaşlar... Artık eski mahalleler, eski bahçeler ve ağaçlar yok belki. Evet, karaktersiz dostlar hâlâ aramızda, görüyorum…
Ayı oynatılırdı sokaklarda. Terliklerin kadar havalıydın; ayakkabıların altı bile silinirdi. Bizim bir ayakkabılığımız vardı; içine ne hayaller sığdığına inanamazsınız. Üstünde bir raf, rafta cam güzeli çiçeği... Sanki hayallere ilham olurcasına açardı. Acı suyu kana kana içerdik terledikten sonra, öyle hasta falan da olmazdık. O dönemlerde hastalıklar da bu kadar çeşitli değildi. En büyük hastalık dar gelirli olmaktı, herkes gibi.
Evimizin iki yanında bahçeli bir ev vardı, bahçesinde bir depo, içinde eski onlarca eşya ve ıvır zıvır. Depo, ev sahibinin eski eşyalarını sakladığı bir yerdi; yıllar boyu kiracıların yaşadığı bu evde o depo hep atıl ve açılmayan bir yer olarak kaldı. Ne zaman kendimi çaresiz hissetsem, üzülsem ya da korksam o depoya saklanırdım. Kimse bilmesin orada olduğumu diye özenle ve dikkatle girerdim.
Depo benim için bir mabeddi. O eski ahşap kapının gıcırtısı, içeri girerken burnuma dolan toz kokusu ve eşyaların arasından sızan incecik günışığı bana bir sakinlik verirdi. Eşyalara dokunur, bazen çok eski bir radyoyu çalıştırmaya çalışır, bazen de çökmüş bir koltukta oturup kendi dünyamı kurardım. O tozlu ve karanlık depo, kaosun içinde bir sığınak gibiydi. Bu satırları yazana kadar da kimseyle paylaşmadım o depoyu. Bugün o depo yok; çoktan yıkıldı, yerinde yeni bir bina var. Ama beni o depoya götüren duygular hayatımın her anında benimle. Telefonumu sessize alıp yalnız kaldığım her an, o toz kokusunu yeniden duyuyor gibiyim. Depoda oturduğum çökmüş koltuğun gıcırtısını kulaklarımda hissediyorum. Galiba insanın geçmiş haline benzemesi, suyun suya benzemesinden daha fazlaymış. Depo yok ama o sessizlik, o saklanma ihtiyacı, o eski radyo, o gıcırtı benimle. Geçmişteki ben, bugün de sessizce orada, bana eşlik ediyor.
İçinde bulunduğun durumda mutlu olmayı öğreniyor bu mahallelerde insan. Mutlu olmaktan başka seçeneğin olmayınca mutlusundur. Sevcan ablam vardı mesela. Mahallenin ortalamasının üzerinde bir zekâ; buna eminim. Tespitleri çok doğru ve yerindeydi, anlayışlıydı. Farkındalığı yüksekti. En son "Aman boş ver, bir daha mı geleceğiz dünyaya?" der ve mutlu olurdu mecburen. Yani mutluluk bir mecburiyetti bizim mahallede.
İbrahim Tatlıses'in bir filmi çekildi bizim mahallede. Hangisi olduğunu hatırlayamadım ve annemi aradım. Annem de hatırlayamadı. Burada tuhaf olan şey, benim bu filmi hatırlamam. 4-5 yaşlarındaymışım. Benim aklımda kalan ise "Ben de ünlü olabilirim." duygusu. Oysa bu anıda bir yanlışlık var gibi. Babamı askerdeyken ziyarete gitmiştik. O kalabalıkta beyaz bahriye kıyafetleri içinde tanımıştım babamı. Bu da hep tuhaf gelir bana. Tanıyamamam gerekirdi bence. Bu çok eski anıları hatırlamak tuhaf hissettirsede, fazla uzun sürmüyor. Hayatıma baktığımda tuhaflıklar silsilesi zaten...
Hamidik diye bir gerçek var bu dünyada. Bana emziği bıraktırdığı gün dün gibi. Dikkatimi dağıtmak için yer yatağındaki çiçekleri sayardı; renklerini, çeşitlerini. O şefkati ve sabrı hatırlıyorum. Bugün iyi veya kötü bir şeyi bırakırken ya da başlarken o şefkat ve sabrı arıyorum hâlâ. Sakallarımı çok severdi. Yıllar sonra öğrendim, erken kaybettiği dedemin sakalları gibi kızılmış benim de sakallarım. Bunu hiç söylemedi bana; dayımdan öğrendim. Bir de "Deli oğlan" derdi bana. Ondan sonra da çok delilik yapmadım, başka biri "Deli oğlan" der diye belki de. O balkona da hiç bakmadım; hâlâ orada olduğunu düşünmek iyi geliyor. En son yatağına ben yatırdım onu; hâlâ uyuyor...
Benim doğduğum mahallede insanlar bir şey olur ve öyle kalırdı. Cemil bakkal hep bakkaldı. Babam işinin ehli bir son ütücüydü. Buradaki "son" kelimesi hep değerli olmuştur benim için. Sanki o işin hakkını veren en önemli şeydi "son" kelimesi. Anneler ise hep ev hanımıydı. Oflu vardı bir de; eniştem. Dışarıdan baktığınızda hiçbir şeyi ciddiye almayan bir tavrı vardı. Oysa gerçek çok farklıydı. Bence her şeyi çok ciddiye alır, yaptığı her şeyi ciddiyetle yapardı. Kuzenimle, teyzemin hazırlayıp sefer tasına koyduğu öğle yemeğini götürdük bir gün. O zaman inşaatta demir bağlıyordu. Aradan yıllar geçti; eniştem artık müteahhitti. Eniştem, insanların bir şey olup öyle kalmayabileceği ihtimalini öğretmişti bana. O gün demir bağlarken neler hayal ediyorsa gerçekleşmişti bence. Bir de sevgisini tanıdığım herkesten farklı gösterirdi; böyle konsantre hap gibi. Beş saniye içinde gözlerine bakar, gülümser, saçını okşarken "Nasılsın yakışıklı?" derdi. O beş saniye günler, hatta aylar sürerdi. Bir arife ya da bayram günü kaybettik eniştemi. Benim kalbimde arife günü olarak kazılı. Acı bir telefonla öğrendik. O günden beri arife günlerini sevmem…
Geride bıraktığım 40 yıl, bir nevi kendime yazdığım taslak metin gibiydi. Her karar bir cümle, her seçim bir nokta... Bazıları devrik, bazıları ise kelime fazlalığından nefes alamayacak kadar boğuk. Ama hepsi, beni ben yapan bir hikâyeye dönüşmüş. O an fark ettim: Buradayım, hem hikâyesini yazan, hem yazdığı hikâyeye anlam arayan bir yazar gibi. Gün battı ama içimde yeni bir güne uyanmıştım. Geçmişi, bugünü ve yarını birleştirerek yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırım. Bundan sonrası için ne kalırsa yanıma, kâr kalır. Ne alırsam kalbine benimle gelir...
