Yürüdüğüm yolların hepsini bilirim. Adımlarım bazen sabırla, bazen de hiç acele etmeden atılır. Yine de bilmediğim, keşfetmekten yorulmadığım tek yol kendime dönüş yoludur. Bir gece yarısı... Ne şarkı var ne de yıldızlar. Yüzümde rüzgâr, cebimde eski bir anahtar: "Burası senin evin," diyen seslerin yankısı. Ama o evi bulamıyorum.
Bana "ne arıyorsun?" diye sorsan, tarif edemem. Huzur desem eksik kalır. Mutluluk desem yalan olur. "Bir parça kendim," diye fısıldar içimdeki eski çocuk. Bu çocuk, şarkıların ortasında susan bir radyo gibi. O sustuğu an, renkler yok oluyor. Gri, siyahın yanında soluk bir kalabalığa dönüşüyor. Yolları bilirim ama kendime çıkanları ezberden yürüyemem. İşte o zaman, kaçmakla kalmak arasında bir boşlukta saklanırım.
Bir an geliyor... İçimde bir şey kıpırdıyor. Rüzgârın yönü değişiyor sanki. Bir ezgi usulca kulağıma doluyor:"Hadi kalk... Burası senin yolun."
Kaybolmam gerekti belki. İçimin labirentlerini arşınlamadan evi bulamayacağımı biliyordum. Yine de çıkmazları sevemedim. İnsan neden önce kaybolmak zorundadır, eve varmak için?
Yürüdüm. İçimden bir ses; Cem Mumcu’nun dinginliğiyle soruyor:"Gerçekten kimden kaçıyorsun? "Ve Özgür Bacaksız'ın acımasız dürüstlüğüyle yanıtlıyorum: "Kendimden."
Sonra susuyorum. Çünkü susmak, bazen kendine yapacağın en büyük iyiliktir.
O gece eve vardım. Kendi zihnimin yankılarında yürüyerek, hiçbir şeyi çözemedim belki. Ama önemli değil. Anahtarı cebimden çıkardım, kapıyı açtım. Ev hâlâ yerindeydi. Ve ben hâlâ biraz eksik, ama ait olduğum yerdeydim...
